1 Mayıs 2020 Cuma

Gelecek beklediğimizden daha hızlı geldi!

Bir süredir bekliyorduk evet, dünya değişecekti ve bir nedene ihtiyacı vardı...

Zaten hep tam da böyle olmadı mı? Okuduklarımızı, tarihteki büyük değişimleri hatırlayalım!

Her insanın "bildiğimiz(!)" bir hayat yaşama şansı varsa eğer ve herkesin payına mutlaka büyük bir değişim düşüyorsa...
Kim bilir bizimki belki de budur!

Varoluş olgusuna kafayı taktığımdan beri fark ettim ki adına evren dediğimiz şey, sistemli olarak😊 insanları sürekli bir değişimle sınıyor...

En güçlü veya en zeki olan değil, değişime en hızlı ve en çok uyum sağlayabilen hayatta kalır.
Leon C. Megginson

Yıllardır çeşitli platformlarda dijitalleşmeyi konuştuk durduk. Geliyor geldi, o iş uygun, bu değil derken bir baktık ki hayatta kalma uğruna çok hızlı bir şekilde mecburen dijitalleştik!

Bir grup vardı ki bunu öngörüp yeni düzeni heyecanla bekleyen ve bir süredir hazırlığını tamamlamış olanlar, haliyle "atı alıp Üsküdar'ı geçenler" onlar oldu!

Diğer bir grup ise öngörülere rağmen yeterince proaktif olamadı belki, ama en azından hızlı bir şekilde reaktif olmayı başardı.
Doğal akışında olmasa da zamanında ve doğru tepkiyi verebildi...

Bu karantina günlerinde iş dünyasının yeni home-office formatı, uzaktan eğitim, durmadan yapılan canlı yayınlar, online buluşmalar, eğitimler, webinarlar hatta online konserler, tiyatrolar bize bunu net bir şekilde gösterdi.

Bir bakıma bu dijital platformlar kişilere de bu güne kadar içeriğini ne ile zenginleştirdi, heybesini ne ile doldurduysa onu paylaşma fırsatı veriyor, diğer taraftan insanları kendini geliştirmeye zorluyor...

Her değişimde olduğu gibi artık geri dönüş yok!

Karantina günlerinde yaşam şeklimiz gerçekten de oldukça olağan dışı ve bu süreç de mutlaka bir gün bitecek, kabul...
Ancak bu günler sona erdiğinde hayatımızı eski normalimiz gibi yaşayamayacağımızı kabul etmemiz lazım.

Zira böyle bir beklentiniz var ve bu süreç geçecek biz eski günlerimize geri döneceğiz sanıyorsanız, acilen yeni gerçekliğimize uyumlanmanın bir yolunu bulun derim.

Peki yeni dünya düzeninde Top 10 konu ne olacak?


1. Sağlık ve zindelik:
Tartışmasız sağlık her şeyden önemli ise eğer, sağlıklı olmak için bireysel olarak daha fazla bilgi ve çabaya ihtiyacımız var. Bedenimizi, sağlık değerlerimizi, kalıtsal olasılıklarımızı daha ciddi takip etmek zorundayız...
Yeni dönemle birlikte en çok konuşulan konulardan biri de kişilerin kendi kendinin doktoru olmayı öğrenmesi gerektiği.
Peki bu nasıl mümkün olacak? Tabi ki sağlığın da dijitalleşmesi ile...
Sağlık ve sporla ilgili mobil uygulamalar zaten bugün çok trend, bunun daha da artması bekleniyor.  Bunun yanında giyilebilir teknolojilerle herkes kendi vücutlarındaki değişimleri anlık olarak takip edebilecek, bununla ilgili öneri ve önlemler alabilecek...

2. Dayanıklılık/ Yılmazlık:
Dayanıklılık bilinenin aksine bir kişilik yapısından çok, öğrenip geliştirilebilen bir özellik.
Zorluklar karşısındaki ilk refleksimizin farkına varıp, yaşamımız süresince başımıza ne gelirse gelsin devam etme kararımızı ifade ediyor.
Bunun için en önemli konu hayatta bir nedene sahip olmak. Yeni dünya düzeninde de hayatı anlamlandırmak değişmeyen bir gereklilik olmaya devam edecek!
Kitap tavsiyesi: Viktor Frankl-İnsanın Anlam Arayışı

3. Adaptasyon:  
2,5 milyon yıldır dünya üzerinde var olan insanoğlunun aslında en önemli özelliği, durum her ne olursun bir şekilde adapte olup hayatta kalmayı başarması!
Çünkü bugün de olduğu gibi hiçbir zaman hayat planladığımız gibi değildir ve buna ayak uydurmak zorundayız. Dünya artık her zamankinden daha hızlı döndüğüne göre yeni dünyada adaptasyon hızımızı arttırmalıyız...

4. Motivasyon tetikleyicisi olmak:
Motivasyonu sürekli yüksek kişilere baktığımızda görürüz ki, esasında bu içeride başlayan bir hareket. Ve hepimizin de bildiği gibi motivasyon bir domino etkisi gösterir.
İyi bir motivatör olmak için düşünce ve davranış kalıplarımızın farkına varıp işe kendimizden başlamalıyız. Sonrasında çevremize ilham vermeli, geliştirmeli ve harekete geçmelerine katkı sağlamalıyız.

5. Kendi kendine yetebilme:
Kapitalist düzene doğmuş bir insan olarak şunu kolaylıkla söyleyebilirim ki para kazanmak gibi tek bir amaca odaklanıp, diğer tüm hizmet ve maddeleri satın almak oldukça konforlu bir şeymiş...
1 ay gibi kısa bir sürede insanlık sağlık ve güvenlik nedeniyle kendi ekmeğini yapan, evini kendi temizleyen, saçını kendi kesen, kendi kendini iyileştiren bir formata geldi.
Tabi konu bu kadar basit değil ama size de bundan sonra "kendinizin her şeyi" olmanız gerekecek gibi gelmiyor mu?

 6Kendi kendine öğrenme:
Hepimizin farkında olduğu gibi internet, dünyanın en büyük kütüphanesi konumunda artık. Öğrenmek istediğimiz ne varsa, edinmek istediğimiz hangi beceri varsa bunun için birçok kanal var. Bunun sınırı ve zamanı bize kalmış!
Buradaki en büyük tuzak, öğrenilecek çok şey var ama zaman limitli!
Bu bilgi deryasında merakımızı doğru yere odaklamayı bilmeli, rüzgar nereden eserse oraya uçuşan yapraklar gibi olmaktan kaçınmak gerekiyor.

7. Holistik bakış açısı/ kelebek etkisi:
Çin'in Wuhan kentinde yaşanan bir  sağlık problemi bugün tüm dünyayı etkisi altına alabildiyse ve A'dan Z'ye hayatımızdaki her şeyi değiştirebildiyse...
Bugün sosyal hayatımıza, yarın ekonomiye daha büyük etkileri olacaksa bize yıllardır pompalanan bireysellik algısına tekrar bakmamız gerekir. Burnumuzun dibinde ya da dünyanın diğer ucunda fark etmez, yaşanan tüm gerçeklikleri umursayan bir yapıya dönüşmek zorundayız!

8. Esneklik
Karantina günleri ile birlikte ciddi bir kırılma yaşandı ve bu kırılım hayatımıza yeni normlar getirdi.
İş yerleri, okullar, iletişim şekli, alışveriş alışkanlıkları...
Artık hepimiz biliyoruz ki yeni iş yerlerimiz, okullarımız istersek bilgisayarla bağlandığımız her yer olabilir!
Bugün çalışanlar iş yerlerini, öğrenciler okullarını çok özlediler ve gitmek için can atıyorlar. Peki yarın yine yorulduğumuzda çalışanlara, öğrencilere evden çıkmalarına ikna etmek için ne sunacağız? Bunu hep birlikte düşünmemiz gerekiyor!

9. Kaynak yönetimi/ önceliklendirme:
Hiçbirimiz bundan sonra bizi ne beklediğini net olarak bilmiyoruz. Evet her birimizin senaryoları var ama hangisi tutacak tam bir muamma...
Yeni düzende var olan kaynaklarımızı (zaman, para, enerji) gözden geçirdiğimiz , ne şekilde önceliklendireceğimize daha akıllıca karar vermemiz gereken günler geliyor.

10. Dijitalleşme
Dijitalleşme aslında yeni düzenin en önemli adımı. Bu yeni düzene uyum sağladığımız oranda varlığımızı sürdüreceğiz.
Dijitalleşme öyle bir duruma geldi ki artık coğrafyanın bir önemi kalmadı.
Bundan böyle "doğru yer ve zaman = doğru dijital platformda doğru zamanda hazır bulunmak" anlamına gelecek.

Bitirmeden önce kendinize şunları sorun:
  • Bu yeni durum içinde benim bireysel gelişimim için hangi fırsatlar var?
  • Bu dönemden neleri kazanmış olarak çıkmak istiyorum?
  • Bu dönem sonrasında işimi/ürünümü dönemin ihtiyaçlarına uygun düzeyde sunabilmem için bugün neler yapmam gerekiyor?
Herkese bol şans, gelecek geldi!
Ahsen Göçer

"Covid-19 Karantina günleri"

13 Haziran 2019 Perşembe

Yaratıcılığınız mı gelişsin istiyorsunuz, durmayın hayal edin...

Hayaller deyince aklıma Walt Disney'in çok sevdiğim bol motivasyon içeren şu sözü gelir: "Eğer hayal edebildiğin bir şeyse yapabilirsin, onların peşinden gidebilecek cesaretin varsa bütün rüyaların gerçek olabilir".

İnsan beyninin en muhteşem özelliği bana göre hayal etme yeteneği...Var olmayanı hayal etmek, var olanı dönüştürmek, değiştirmek, geliştirmek...

Düşünsenize şu an kullandığımız araç gereç, teknoloji, yediğimiz, giydiğimiz her şey hatta belki mesleğimiz bile bir zamanlar birinin hayaliydi.

Senin hayallerinin sahibi kim?

Dünya bugün, herkesin moda olanı takip ettiği, orjinal olmak yerine taklit ettiği, herkeste olan standardın güzel kabul edildiği, benzeşen fikirlerin kabul gördüğü bir yer.

Son dönemlerde, özellikle dijital platformlar sebebiyle maksimum seviyelerde benzerliklere itiliyoruz ya da maruz kalıyoruz...

Hayallerimiz insanlar tarafından etkilenebiliyor bazen ve bize ait görünen şeyler bizi yansıtmayabiliyor biz farkında olmadan. Bu sebeple de tatminsizlikler, maymun iştahlılık, tutku eksikliği yaşanıyor çokça...

Geçenlerde üniversiteye hazırlanan bir öğrenci arkadaşım, sınıfındaki tüm kızların psikoloji okumak istediğinden dolayı işinin çok zor olduğunu ve çok fazla rakibinin olduğunu anlatıyordu. Düşündüm de hayallerimiz bile modanın esiri...

İşin tezat yanı, kendi hayatlarımıza bunu yaparken; cesaretle rotası kendi gerçek hayalleri olan orjinal insanlara bayılıyoruz, hayranlıkla takip ediyoruz.

Ya yaratıcılık?

Psikoloji ve nörobilim alanları son yıllarda insanoğlunun en ilginç yeteneklerinden biri olan yaratıcılığa odaklandı...

Yaratıcılık orjinal düşünme, diğerlerinden farklı davranma, bir konuya yeni ve farklı yaklaşımlar getirebilmek iken, eğitim sistemlerimiz maalesef bunu köreltme üzerine kurulu...

Aslında herkeste olan bu özelliği, gözümüzde fazla büyüterek acaba yanlış mı anlıyoruz?
  • Yaratıcılık yalnızca özel insanlara verilmiş bir deha değildir.
  • Yaratıcılığa yalnızca sanatçılar, yazarlar, stilistler, reklamcılar gibi bazı meslekleri icra edenlerin değil, her meslek grubunun hatta ev hanımlarının bile ihtiyacı vardır.
  • Yaratıcılık için hiçbirşeyden esinlenmeden tamamen özgün bir şey yaratmak zorunda değilsiniz.
Dünyanın en yaratıcı kişileri listesine bakın, her biri ya geçmişten, ya birbirlerinden ya da başka prensiplerden etkilenmişlerdir.

İşinize değer katmak için ne iş yapıyorsanız yapın, yaratıcılığa çok ama çok ihtiyacınız var...

Peki daha yaratıcı olmak ne yapabiliriz?  
  • Kendi üzerinizde çalışmaya başlayın...
Herkesin en önemli projesi kendisidir bana göre. Bir yazardan duymuştum: "kendi gelişimi kişinin en yakın dostudur" demişti.
 Eğer yaratıcı olmak istiyorsanız her daim bencilce kendi gelişiminize odaklanın,  kendi yeteneklerinizi güçlendirmeye bakın.
  • Zihninizi özgür bırakın ama öğrenmeyi asla bırakmayın!
"Hayal gücü bilgiden daha önemlidir" demiş Einstein. Bilgi çok önemlidir, hatta herşeyin temelidir. Bu sebeple bilgilenmek pek mühimdir.
Ancak özgür bir hayal gücü ile birleşen güçlü bir bilgi sizi tüm zamanların en iyi fizikçilerinden biri yapabilir...
  • Kendinizi o kadar da beğenmeyin, daha iyisini yapabilirsiniz!
Son zamanlarda herkesin pek bir kendini beğendiğini, kendini olduğundan fazla gösterdiğini ve aslında gerçeğin hiç de öyle olmadığını görüyorum.
Bu çok büyük bir tuzak, hergün daha iyisini yapabilirsiniz. Zorlayın yahu biraz kendinizi, incinmezsiniz...
  • Üstünüze vazife olmayan işlerle de ilgilenin.
İlber Ortaylı son kitabında " Entellektüel, üstüne vazife olmayan işlerle ilgilenen kişidir" demişti. Bu sözü çok sevdim.
Beyninizde yeni kanallar açılmasına izin verin. Yeni öğrendiklerinize, beğendiğiniz şeylere, bir de bu taraftan bakın. Bunları işinizle nasıl birleştirebileceğinizi düşünün. Bırakın alakasız gibi görünen bir konular size ilham versin.
  • Hata yapmaktan korkmayın!
Öğretmeye değil, hata yakalamaya odaklı bir eğitim sistemimiz var ne yazık ki. Bu sebeple çalışmaya başladığımızda da üretimlerimiz geliştirmekten çok, hata yapmamaya yönelik...
Başarı hikayelerinin matematiğine baktığınızda size nasıl düşmediklerini değil, düştüklerinde bununla nasıl başa çıktıklarını ve kalktıklarını anlatırlar.
  • Cesaretli olun.
Kendinize şu soruyu sorun: "Hiç eleşirilmeyecek olsam bu işi nasıl yapardım?"
Filmlere belgesellere kitaplara konu olan yaratıcı biyografilere bakın, hep kendi dönemleri içinde dışlanmış, kabul görmemiş insanlardır.
Örneğin, Barselonayı hayal gücüyle süsleyen dahi mimar Gaudi, döneminin statükocuları tarafından dışlanmış ve deli olarak nitelendirilmiş. Kabul görmeye çalışsaydı nasıl eserler çıkarırdı acaba? 
  • Mükemmelliyetçiliği, egonuzu, beğenilme arzunuzu vestiyere asın.
Yaratıcılığın önündeki engellerden en önemlisi duygusal engellerimiz. Ego, mükemmelliyetçilik, beğenilme ihtiyacı beynimizi defansa geçiren duygular.
Onları mutlaka kendi algınıza göre yeniden tanımlayın, ihtiyaçlarınızla yüzleşin ve onları yönetin.
  • Kazanımlarınızı hikayeleştirin.
Deneyimlerinizden edindiğinizi kazanımlarınızı yazın, anlatın, öğretin...
Yetişkinler en çok yazarak ve başkalarına öğreterek öğreniyor. Öğretirken yeni fikirlerin zihninizde uçuştuğunu göreceksiniz...
  • Mola verin, iç sesinizi dinleyin.
Fark yaratanlar genellikle kendi iç sesine kulak verenlerdir. Kimi bunu yazarken, kimi yürürken, kimi müzik dinlerken yapar.
Ama ne var ki, hayatın koşturması içinde bu hiç de söylendiği gibi kolay değil. Çok yoğun olmak artık çağımızın hastalığı.
Ara sıra duraklayın, kendinize zaman tanıyın ve refresh olun...
  • Çevrenizi çeşitlendirin.
Evet dostlarımız en büyük hazinemiz. Bizi en iyi anlayan, olduğumuz gibi kabul eden yanlarında rahat hissettiğimiz kişiler. Fakat yaratıcılık denen şey rahat ortamları pek de sevmiyor.
Çevrenizi çeşitlendirin, farklı ortamlara girmeyi, farklı kişileri tanımayı onlardan ilham almayı önemseyin.



24 Mart 2019 Pazar

Bana referansını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim...

Referans deyince hepimizin aklına yeni işe girerken ya da bir iş alırken daha önce birlikte çalıştığınız kişi ya da şirketlerin sizinle ilgili görüşleri gelir.
Network her dönem olduğu gibi günümüzde de çok çok önemli bir hadisedir, ama konumuz bu değil... :)

Biz bugün bir karar verirken, bir fikir üretirken ya da bir davranış sergilerken karar mekanizmamızı içerisi mi yoksa dışarısı mı daha çok etkiliyor onu düşünelim birlikte...

İç referanslı mısın, yoksa dış referanslı mı?

Bir düşün, stilini ya da saçını değiştireceksin, büyük bir şey satın alacaksın, işinden istifa edeceksin ya da hayallerinin peşinden gideceksin... Hangisi daha yüksek tonda çıkıyor, iç sesin mi yoksa dış sesler mi? Daha doğrusu sen hangisine daha fazla izin verdiğinde kendini daha rahat hissediyorsun?

Hadi kendine bir sor...

Bir şey alırken başkalarının fikirlerine göre mi karar verirsin; yoksa kim ne derse desin son kararı kendin mi verirsin?

Önemli bir karar aşamasında, kendi kalp ve akıl süzgecin yeterli olur mu, yoksa keşke birisi gelse de benim yerime karar verse mi dersin?

Takdir edilmediğinde kendini başarılı hissetmiyor musun?

Eleştirilmek seni nasıl etkiliyor, ya beğenilmemek?

Eleştirildiğinde bir kulağından girip diğerinden çıkıyor mu yoksa, bu gelişimini nasıl etkiliyor peki?

Kriterleri genelde kim belirliyor? Merkezinde genelde kim var?

Risk almak kulağına nasıl geliyor?

Motivasyonun nelere ya da kimlere bağlı?

Kendi değerlerini biliyor musun?

Şu ana kadar yaşadığın hayatı bir değerlendirecek olsan elalem ne der diye nelerden vazgeçtin, neleri denemedin bile?

Ya da kendi burnunun dikine gittiğin ve kimsecikleri dinlemediğin için keşke dedin mi hiç?

Her konuyu kendi pencerenden değerlendirdiğin konusunda çok mu eleştiri alıyorsun?

Yoksa pencerede seni değerlendiren birileri mi var hep?
.
.
.

Her birimiz doğuştan sahip olduğumuz genetik özelliklerimizle birlikte ailemizden ve çevremizden edindiğimiz deneyimlerimiz doğrultusunda bir takım davranış kalıpları geliştiririz. Bu kalıplar sayesinde kendimize bir konfor alanı oluştururuz.

Şimdi son olarak  kendine şunları sor ve bir karar ver!

Verdiğin cevaplarla yüzleştiğin seni beğendin mi? Beğendiysen doğru yoldasın, devam et...

Beğenmediysen kendi üzerinde çalışmaya var mısın?

10 Mart 2019 Pazar

Cinsiyetçilik ve Kadın

Cinsiyetçilik bir cinsiyetin diğerinden üstün olduğunu savunan görüş olarak tanımlanıyor.
Bu sadece bireysel bir görüş olsa çok da önemli değil, herkes görüşünde özgür nihayetinde. Ancak bu görüş bireysel yerine toplumsal kabul gördüğünde, işte o zaman gelişim en büyük darbeyi alıyor maalesef! Çoğu zaman dünyaya bunu yapmaya ne hakkımız var diye düşünüyorum, erkek egemen bir toplum yaratmak uğruna...

Kadınlar yaratılış itibariyle birçok üstünlüğe sahip olmasına rağmen yıllar boyunca kendisine dayatılan toplumsal roller sebebiyle geri planı atılmıştır.

Son yıllarda tüm dünyada buna daha yüksek sesle itiraz edilmeye başlanması esasında evrimin bir gereği ama yeterli değil.

Her yıl 8 Mart'ta 1 günlüğüne ara verilen ve kalan 364 günde kadını açık açık ya da üstü kapalı şekilde aşağılayan davranışı ya da düşünceyi halâ bir çok yerde gözlemleyebiliyoruz ne yazık ki!

Adına cinsiyetçilik desek de, bu tamamen bir vizyon yoksunluğu, çağ dışılık hatta koskoca bir ahmaklık!
Kendine dev aynasından bakıp karşı cinste olmadığını düşündüğü özellikleri dile getirerek toplumu manipüle etmenin sebebi çok açık ki bilinçaltındaki korkular ve kıskançlıklar.

Sevgili Kadınlar,
 Evren düşünceyi değil eylemi alkışlar.

Bu kadar meziyetli olup varlık sebebi güzelliğe ve seksiliğe, davranış kalıpları kıskançlık ve sinsiliğe indirgenen, annelik duygusu üzerinden sömürülmek suretiyle tüm diğer yetenekleri ekarte edilmeye çalışılan bir organizmayız nihayetinde.

Bu organizma toplumdaki kadın ve erkek bireyleri doğurma ve yetiştirme sorumluluğu gibi evrensel ve ulvi bir görevi varken diğerlerini 2. plana atmış hep, çok da anlaşılabilir. Bu da erkeklerin en büyük şansı olmuş, kendi Fildişi kulelerini yaratma konusunda...

Potansiyelinizin farkında olun.

Hayat başkasının takdirini kazanmaya çalışmak için çok kısa. Zira takdir çıtasının her geçen gün daha da yukarılara çıktığı bu dünya düzeninde...

Sizi değerlendirmesine izin verdiklerinizden adalet beklemeyin. Kendi değerinizi kendiniz belirleyin.

Cesur olun!

Birinin annesi, sevgilisi, eşi olarak arka planda taktikler vermekten, kısıtlanmaktan, kıskanılmaktan daha fazlasıyız, daha fazlasını yapabiliriz, yapmak zorundayız...

Bu yazıyı Aziz Nesin'in hatırasına sonsuz saygılarımı göndererek bitirmek istiyorum:

''Bir kadına ne verirseniz verin, onu daha büyük hale getirir...
Ona sperm verirseniz, size bir çocuk verir;
Ona bir ev verirseniz, size bir yuva verir;
Ona sebze verirseniz, size yemek verir.
Ona bir gülücük verirsiniz, size kalbini verir.
Ona bir şarkı söyleyin size konser verir.
Kendisine verilen herşeyi çarpıp çogaltıp geri verir.
Bu yüzden ona çamur atarsanız. karşılığında bir bataklıkta boğulmaya hazır olun"

Sevgilerimle,


17 Eylül 2017 Pazar

Geribildirim gelişiminiz için paha biçilemez bir hediyedir...

Son yıllarda özellikle iş dünyasında dilimizden düşürmediğimiz ve elbette sosyal hayatımıza da nüfuz etmiş bir kavram olan geribildirim, ilk defa 20. yüzyılın başlarında Avrupa'da mühendislik disiplinleri tarafından tamamen teknik deneyleri geliştirmek üzere kullanılmış.

Detaylı bilgi için: http://webuser.bus.umich.edu/sja/pdf/FeedbackIndResource.pdf

Bu mini tarihsel bilgiden sonra gelelim günümüze...

Batıda 100 yıldan uzun süredir kullanılan bu kavram dilimize İngilizce feedback kelimesinin birebir çevirisi ile yerleşmiş ve maalesef bizim gibi Doğu Batı sentezi bir milletin evlatlarının aklını epey bir karıştırmış...

Neden sonuç ilişkisini zor kabul etmiş yurdum insanı, sonuçlar üzerine sonrasında konuşmaktan pek de hazzetmez aslında. Bizde "napalım oldu bi kere", "olmuşla ölmüşe çare yoktur"lar vardır. Peki bu "olmuş"lar üzerine konuşma hevesi neden??
Geribildirim bize şunu söyler:
Nedenlerin sonuçları etkilediği kadar, sonuçlar da bir sonraki nedenleri etkiler. Yapılan şeyin ne işe yaradığı veya sonuçların ne olduğunu anlamak, bundan sonra ne şekilde yapılması gerektiği ile ilgili fikir verir.
Ve sürekliliği olan bu döngü, gelişimi vaad eder bize..

Olumlusu dostlar başına...

İnsanoğlu yaptığı her şeye anlam katma çabasındadır, yaptığı işin işe yaramasından beslenir. Kaç yaşında ya da hangi tecrübeye sahip olursa olsun hiç fark etmez, eğer bir çaba gösteriyorsa fark edilmek ve işini iyi yapıp yapmadığını bilmek ve onaylanmak ister.

Tam gaz devam edebilmek için önemli bir yakıttır olumlu geribildirim.

Bizden önceki kuşaklar (Y kuşağı öncesi) aman şımarmasın, rehavete kapılmasın, kendini bir şey sanmasın sonra bizi beğenmez gibi düşüncelerle olumlu geribildirim verme konusunda epey bir cimri kalmışlar.

Şükürler olsun ki değişen dünya algısı ile birlikte olumlu geribildirimin kişileri daha iyiye çabalamak konusunda kamçıladığı artık herkesçe öğrenildi. En azından yererek, eleştirerek motive etmenin (ona da isim uydurmuşlar, ters motivasyon) işe hiç yaramadığı tüm dünyada kanıtlandı.

Tabi burada en kritik konu, doz! Pozitifi vurgulamak konusunda ölçülü ve gerçekçi olmalısınız.
Bu işin dozunu kaçırırsanız; ya karşınızda özgüven patlaması yaratırsınız ya da samimiyetinizi kaybedersiniz...

Asıl mesele olumsuz geribildirimde!

Kültürümüzde iyi ilişkiler kurmak ve sevilmek, başarılı olmaya göre daha fazla önemsendiğinden olumsuz geribildirim almak da vermek de bizim için oldukça güçtür.

Olumsuz bir geri bildirim aldığınızda, içinizden "Sana neeee, sen kim oluyorsun???!!!", "Sen kendine/aynaya bakıyor musun??!!", "Fikrini sorduğumu hatırlamıyorum!!" gibi şeyler geçerken, son derece anlayışlı bir şekilde kafa sallayıp gülümsüyorsanız ve en kibar halinizle "haklı olabilirsin(iz)", "saygı duyarım", "hiç böyle düşünmemiştim" ya da " bunu düşüneceğim, çok teşekkürler" gibi kelimeler sarf ediyorsanız medeniyet ve gelişim yolunda çok büyük bir adım attığınız için kendinizi kutlayabilirsiniz.🎉🎉🎉

Tabi aldığınız gerçekten geribildirimse, yani eleştiri değilse ya da arkasında yatan bir kötü niyet yoksa... Çünkü bu farklar kritik! Eleştiri bir yorum ve kişisel bakış açısı iken çoğu zaman egodan ve kendini beğenmişlikten kaynaklanırken, geribildirim gelişiminizin önemli bir parçasıdır ve gerçekleri yansıtır.

E bi de eleştirmek en kolay iş malum, bir de kişinin arkasından yapıldı mıı, oooh ağrımaz başınızı da hiç ağrıtmamış olursunuz...

Aslında geribildirim dediğimiz bu konu maalesef çokça kültürel bir mevzuu. Söylediğim gibi Batı dünyasının bu konuda bizden 10 gömlek büyük olması hiç ama hiç tesadüf değil. Çünkü onlar hayata daha somut, daha hedef, başarı ve performans odaklı bakmaya alışkındırlar. Geribildirimi çok küçük yaştan itibaren almaya ve vermeye, net olmaya odaklı yetiştirilirler. Net olmak, vereceği geribildirimi karşıdakinin yüzüne karşı söylemek erdemli olmanın bir gerekliliği onlara göre.

Bizim toplumumuzda olaylara daha duygusal, daha kişisel bakmak yaygındır. Biz olumsuz geribildirimi kişiliğimize yapılmış bir saldırı olarak algılama, yansıtma ya da reddetme eğilimindeyizdir.

Maalesef "elalem ne der" mantığıyla yetiştirildiğimizden; başkalarının gözünde iyi olmak, gerçekten iyi olmaktan çok daha önemlidir bizim için. Dolayısıyla aldığımız olumsuz geribildirimleri bir prestij kaybı olarak görürüz. Bu da bizde yıkıcı etkiler ve tepkiler oluşturur.

Belki de asla doğru düzgün geribildirim alamadığımızdandır bu durum, kim bilir...
Urfa'da Oxford vardı da biz mi gitmedik? 😏

Almayı öğrenmek kadar nasıl vereceğimizi de öğrenmemiz gerekiyor...

İş hayatında da durum aynen böyledir. Yöneticiler çalışanlarına ya da tam tersi (cesareti olan el kaldırsın) yapıcı, bilgilendirici, geliştirici geri bildirimde bulunmaktan kaçınırlar veya çekinirler.
Hal böyle olunca söylemek istediğimiz şeyleri açık ve şeffaf şekilde söylemek yerine anlatacaklarımızı dolaylı yoldan anlatmayı, şaka yollu söylemeyi, ima etmeyi ya da dedikodu yapmayı tercih ederiz.

Aslında bana göre, bu özgüvensizliğimizin yegane sebebi, empati yaparak bir gün benzer geribildirimle karşılaşmak istemememizdir. Ya da tepki görmekten korkmamızdır.

Profesyonel hayatta şaşkınlıkla karşıladığım ve bizzat yaşadığım örneklerden bir tanesi  herkesin inanılmaz şekilde fazla eleştirdiği bir yöneticime geribildirim verdiğimde bu güne kadar herhangi bir bağlı çalışanından hiç geribildirim almadığını benimle paylaşmasıydı. Dolayısıyla elde ettiği negatif sonuçları hiçbir surette üzerine almıyor her defasında yeni sorumlular buluyordu. Geribildirim vermiyorsanız gelişmiyor diye karşınızdakine kızamazsınız!

Bu işi pek tabi amacına uygun ve doğru bir şekilde yapabiliriz.
Bunun bir çok metodu var. Eğer yöneticiyseniz bunları mutlak surette öğrenmeniz gerekiyor. Eğer profesyonelseniz ilişki yönetimi için öğrenmenizi tavsiye ederim. Lütfen araştırın.

Ve geri bildirim verirken şunları yapmayı ihmal etmeyin:
  • Güven inşa edin.
  • Lütfen ama lütfen iyi niyetli olun, bu işi egosantrik tatminleriniz için kullanmayın!
  • Saygı uyandırın ve saygılı olun.
  • Çok sinirli ve çok mutluyken geribildirim vermekten kaçının. Olayı abartma riskiniz var!
  • Karşınızdakinin özgüvenini ve kişiliğini koruyun. Yapıcı olun, yıkıcı değil!
  • Ses tonunuzu ayarlayın
  • Geribildirim verdiğiniz kişinin ne iş yaptığını gerçekten bilin! Emek vermiş birine geri bildirim verirken biraz vicdanlı olmayı deneyin.
  • Geribildirimi vermiş olmak için değil, gerçekten gerektiği için verin. Gelişim amacı olan bir geribildirim verdiğinizden emin olun
  • Geribildirimi verirken o somut olay ve davranış üzerine verin. Genellemeyin, karşıdakinin kafasını karıştırmayın.
  • Davranışın nasıl düzeltebileceği konusunda karşıdakinden öneri isteyin, onu gerçekten can kulağıyla dinleyin. Gerekirse siz de öneride bulunabilirsiniz. Çok konuşup karşıdakini sıkmayın.
  • Aynı şeyi 40 defa tekrarlamayın.
  • Karşıdakinin geribildirim karşısında rahatsız olduğunu hissediyorsanız konuyu kapatın. Geribildirim için daha uygun bir zaman kollayın.

Eğer dengeli, zamanında, net, empatik, kişiselleştirmeden, yargılamadan, tamamen davranışa odaklı şekilde doğru dürüst bu işi yapabiliyorsak aslında hem karşımızdakine gelişimi için fırsat yaratır, hem ilişkilerimizi geliştirir, kendi işimizi kolaylaştırır, hem de çevremiz için faydalı bir şey yapıyoruz demektir. 

Olumluları enerjinizi, olumsuzları bilincinizi ve becerinizi yükseltecek fırsatlar olarak görün.. Ha unutmadan herkesi dinleyin, ama yalnızca dinlemeye ve uygulamaya değer olanları dikkate alın.

Toplum olarak gelişmek için ise hem yüksek enerjiye, hem de bilinç ve beceri seviyemizin gelişmesine ihtiyacımız olduğunu unutmayın.

Gerçek ve yararlı geribildirimlerle hepbirlikte gelişmek dileğiyle...

Ahsen Göçer
 

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Tatil sonrası sendromunu nasıl atlatırsınız...



Tüm yıl çalıştınız çabaladınız, bahar aylarının gelmesiyle de gönül yaylarınız da gevşemeye başladı haliyle... Her sene olduğu gibi aldı sizi bu yaz nereye gidelim telaşı...

Erken rezervasyondu, yurtiçi, yurtdışı, ölmeden önce görülmesi gereken 100 yer 😊 vs. derken nereye gideceğinize hem bütçenizi hem zamanınızı düşünerek zor da olsa karar verdiniz!

Sonra da başladı pasaport, vize, uçak, otel, alışveriş telaşı... Sonrası ise klasik planlama süreci; gideceğiniz yerin tarihi/özelliği, nereleri gezilir, ne yenir ne içilir de araştırıldıysa artık tamam tatil için hazırsınız!

Veee hasret biter! Yaşasııın, tatilll zamanııı! 🎉🎉🎉

İlk gün odanıza yerleşirken bir sürü gününüz var gibi geliyordu, 3-5 gezme, 3-5 fotoğraf, deniz, kum derkeen... Nasıl yaniiii bitti miii!!! Off yine hiçbir şey anlamadınız ve tabi ki hiç dinlenemediniz!

Ne! Yarın iş mi var! Yarın olmasıııııın diye haykırmak istiyorsunuz.

Size iyi bir haberim var yalnız değilsiniz...

2016 yılında gerçekleştirilen içinde Türkiye'nin ve birçok Avrupa ülkesinin bulunduğu 20 farklı ülkedeki seyahat alışkanlıklarını araştıran bir küresel seyahat anketinde binlerce gezgine tatil sonrasında ne hissettiği sorulmuş. Bunlardan %24'ü eve dönerken stresli olduğunu söylerken, %45'lik önemli bir bölümü de tatilden sonra işe giderken üzgün ve karamsar hissettiklerini söylemişler.

Ancak siz de benim gibi olayı bu kadar da abartmaya gerek yok diye düşünüyorsanız buyurun size tatil sonrası sendromunuzu ortadan kaldıracak 10 öneri:

1. Tatilden geldiğiniz günün hemen ertesi gün işe başlamayın. Eğer fırsatınız varsa mutlaka ama mutlaka toparlanmak için 1 ya da 2 gün kendinize izin verin. Ve tercihen işe başlayacağınız gün pazartesi olmasın aksi halde double pazartesi sendromu garanti benden söylemesi...

2. Tatilde kıyafetler kirlenmiş, eviniz tozlanmış, market alışverişleri vs. bir sürü iş birikmiş olabilir bu çok normal ama kendinizi sakın ev işlerine adamayın! Evde yapılacakları birkaç güne yayın, inanın o işler biraz beklese hiçbir şey kaybetmezsiniz...

3. Tatil sonrası kendinizi eve kapatmayın, hafta sonları için minik kaçamaklar planlayın, şehirde yeni bir şeyler keşfedin ya da şehirden azıcık uzaklaşacak aktiviteler bulun, arkadaşlarınızla sosyalleşin yani yaz ruhunu öyle hemen terk etmeyin. Bu sizi haftaiçi de motive edecektir.

4. İşyerine döndüğünüzde sizi bekleyen dosyalarca işleri yapmaya koyulmadan önce bir yapılacak listesi yapın. Acil ve süreli işleri önceliklendirin, tamamladıkça adaptasyonunuz kolaylaşacaktır.
En zor işlere koyulmadan önce kendinizi hazırlayın! Ama bu hazırlanma işini de abartmayın yoksa sendromunuz bir anda boyut değiştirip işsizlik sendromuna dönüşebilir. 😉

5. Umarım tatil süresince her açıdan çekildiğiniz 100'lerce fotoğrafı sosyal mecralara yükleyip insanları baymamışsınız, hem ayrıca nazar diye de bir şey var di mi ama? (Storie'lere istediğiniz kadar ekleyebilirsiniz onları saymıyoruz. 😊)
Neyse fotoğraf mevzuuna geri dönersek o çekildiğiniz fotoğraflara bakıp bakıp iç çekmeyin, fotoğraflar sizin o keyifli anlarınızı hatırlamanız içindir! Fotoğraflarınızdan beğendiklerinizi ara ara paylaşın. Hem #tbt'ler #tb'ler ne işe yarıyor sanıyorsunuz???
Tatil modunda olduğunuz fotoğraflar elbette çok güzel olacağından alacağınız olumlu yorumlar sizi motive edecektir.

6. Ha bir de yaz mevsimi boyunca tatilde olanları sosyal medyadan izleyip izleyip kıskançlık krizlerine girmeyin. Şu kıskançlık güdünüzü ehlileştirin artık yahu!

7. Tatil süresince elbette yediniz içtiniz, belki o kısacık zamanda tahmin ettiğinizin çok üzerinde bi kilo aldınız, olabilir! Kendinizi lütfen suçlamayın ve suçluluk duygusuyla hemen bulduğunuz en kestirme şok diyete sarılmayın. Hafif hafif arkadaşlarla akşam yürüyüşleri, bisiklet sürme aktiviteleri yapabilirsiniz. Sonrasında kendi hayatınıza uygun bir beslenme programı uygularsınız, acele etmeyin...

8. Tatil dönüşü, hayatınızla ilgili yeni kararlar almak ve uzun zamandır planladığınız ama harekete geçemediğiniz konularda adım atmak için birebirdir. Yani bu döneme bir çeşit mini "Yeni Yıl" muamelesi çekebilirsiniz.

9. Yeni kararlar demişken bir sonraki tatilinin planlarını da yavaş yavaş yapmaya başlayabilirsiniz. Bu size abartı mı geldi? Uluslararası Yaşam Kalitesi Araştırmaları Örgütü Resmi Bülteni’nde (Official Journal of the International Society for Quality-of-Life Studies) yayınlanan bir araştırmaya göre, bir tatilin en mutlu bölümü tatilin kendisi değil, planlama aşaması ve yarattığı heyecan ile beklenti hissiymiş. Madem öyle hadi düşünün bakalım bir sonraki tatilde nereye gideceksiniz...

10. Amaa bunlardan en önemlisi ve en altın tavsiyesi ne diye sorarsanız; sendroma girmemek için ya sevdiğiniz işi yapın ya da yaptığınız işi sevin ve yaptığınız iş/şey üzerinden hayata ve dünyaya değer katmaya çalışın derim.

O zaman tüm sendromlar vız gelir...

Hadi sevgiyle kalın...





3 Temmuz 2017 Pazartesi

Türkiye'de Çalışan Kadın olmak...

Kadın olmanın başlı başına zor olduğu bir ülkede eğer kadın kimliğinizin başına "Çalışan" sıfatı ekliyorsanız, başınıza gelecek türlü saçmalıklara önceden bağışık olma gerekliliğini baştan hesaplamış olmanız beklenir.

Bu güne kadar gerek kendi deneyimlediğim gerekse çevremdeki kadınların yaşadıklarından aldığım izlenimin 3 aşağı 5 yukarı birbiriyle aynı olduğunu üzülerek söyleyebilirim.

O sebeple bu yazıyı; tanıdığım kendine gerçekten güvenen şahane kadınları ve azınlıkta olduğunu düşündüğüm çok iyi yetiş(tiril)miş erkekleri tenzih ederek başlamak istiyorum, onlar kendilerini biliyorlar...

Kadınlar...

Bir kere bu güne kadar lisede, üniversitede, yazlıkta, kışlıkta orada burada sahip olduğunuz o harika kız arkadaşlıklarınızın iş dünyasında enteresan bir boyuta evrildiğini görmeye hazır olun...

Kadın kadının kurdu dediklerinin ne demek olduğunu öğreneceğiniz yegane platforma hoşgeldiniz.

Öncelikle vereceğim en önemli tavsiye sözde kadın hakları aktivistlerini derhal tespit edin! Gaza gelip sakın ola onlara güvenmeye kalkmayın! Bunları nasıl tespit edeceğiz derseniz, oldukça kolay!
Pek çoğu hemcinslerimizden oluşan bu pek sevgili sözde kadın hakları aktivistleri; kadın istihdamını, kadın gelişimini, kadın ile ilgili her konuyu çok önemsediklerini temcit pilavı gibi dönüp dolaşıp her platformda konuşur, milleti artık yıldırır, yaptığı en ufak icraatleri büyütür, takıntılı bir şekilde sürekli bu konudan bahseder, ama pratikte maalesef aynı tutarlılıkta davranmazlar...

İşin özüne baktığında kendine rakip olmayacak, kendine itiraz etmeyecek kadınları destekler, kendine denk ya da herhangi bir özelliğiyle kendinden iyi olanları ellerine geçirirse bir kaşık suda boğar! Eline geçen en küçük fırsatı pek güzel değerlendirip itinayla alaşağı eder! Eğer siz de sinsi ve kinci bir yapıya sahip değilseniz muhakkak kaybedersiniz!
Ve bu şahıslar her ne hikmetse erkek çalışanlarla ve erkek yöneticilerle hep daha iyi anlaşırlar ve çalışırlar, erkek çalışma arkadaşı tercih etmek için hep bir bahaneleri vardır! Ya da erkek gibi kadınlarla...

Hep bir dertleri vardır kadın gibi kadınlarla zaten...
Tıkır tıkır der eleştirirler, fazla süslü, fazla güzel, fazla hassas, duygusal, fazla narin, çıt kırıldım derler, ve daha korkuncu kendi kültür düzeyine göre daha neler neler derler...

Bizim birbirimize yaptığımızı her zaman olduğu gibi başka kimse bize yapmaz!

Erkekler...

Sıra erkeklere gelince onlar daha materyalist yaklaşırlar bu çalışan kadın olayına genelde...

Güzel olmanız bir kadın için büyük bir sorunken bir erkek için elbette hiçbir sakıncası yoktur bu durumun! Hatta çoğunlukla tercih sebebi bile olabilir.

Onların başka dertleri vardır, kadın hakları savunucusu gibi davranmazlar eğer değillerse...
Mesela analitik olmakta zorlanırız çünkü duygusalızdır...
Her zaman kendilerini daha mantıklı ve zeki hissederler, ve o nadide aklın bir tek kendilerinde olduğu yanılgısına düşerler...
Fazla abartıyoruzdur, fazla detaycıyızdır, fazla anaçızdır...
Hatta çoğunlukla bizim duygularımızı bizden daha iyi(!) tahlil ederler!
Ama titizizdir(!). Titiz ve düzenli olmamız gerekçesiyle hangi pozisyonda olursak olalım toplantılarda not tutma, bilgileri konsolide etme gibi angarya işler bize verilir.
Kibar ve narin olduğumuz için zor işlerin üstesinden de gelemeyiz şüphesiz, mutlaka bir desteğe ihtiyaç duyarız!
Onlar ise daha hırslıdır, daha tutkuludur, tuttuklarını koparırlar yaradılış itibariyle...
Yersen...

Hem kadın hem erkekler...

Medeni hallerle ilgili enteresan yorumların adresi hep kadınlardır nedense...

Yeni mezun genç bir hanımefendisiniz ve iş hayatına girdiniz, sizden beklenen hemencecik zengin bir koca bulup işi bırakmanızdır... (bu yorumun daha çok erkekler tarafından gelmesi de şaşırtmasın sizi, kendileri kadın olsa öyle yapacaklardı muhtemelen.)

Nişanlısınız, nişanlandığınız günden itibaren düğünün ne zaman olacağı önem kazanır çünkü potansiyel işi bırakma günü artık çok daha yakındır...

Evlendiniz ve inatla işi bırakmadınız. Bu defa hamile kalacağınız korkusu etrafı sarmaya başlar... Siz istediğiniz kadar hazır değilim, kariyerim, evliliğim şuyum buyum deyin değişmez! Her an hamile kalıp işi bırakma riskiniz vardır...

Eğer bir de o süreçte yani evli ama çocuksuzken iş değiştirmeye kalkarsanız hemcinsleriniz de dahil olmak üzere (asla kimse empati yapmaz bu durumda) hamilelik süreci ve izni denilen süreci gözlerinde öyle çok büyütürler ki, görüşmeniz kendi yetenek ve yetkinliklerinizden çok çocuk planlamadığınızı ikna çabası ile geçer... İşe alımcı ya da patron çok ama çok kişisel bir konuya girdiğinin farkına bile varmaz çoğu zaman! Ve tabiki aşılamaz bu engel(!) sebebiyle işe alınmazsınız...

Siz neşe içinde "çocuk da yaparım kariyer de" şeklinde şakısanız da kimse dinlemez, hele bir o gün gelsin de görürsün, denir...
Ve beklenen gün gelir, hamile kalırsınız. Son sürece kadar çalışacağınızı ve doğum izni biter bitmez işe döneceğinizin sözünü vermeniz tabi ki hiçbir anlam ifade etmez!
Siz doğum yapacak ve çocuğunuzdan ayrılmak istemeyeceksinizdir o yüce iş dünyası gurularına göre...

Doğum yapar, izin döneminiz biter ve işe dönersiniz... Siz misiniz el kadar çocuğu bırakıp kariyer de kariyer diye tutturan!

Bir arkadaşımın erkek yöneticisi, "siz bu çocukları bakıcılara, kreşlere bırakıyorsunuz, yarın da onlar sizi huzurevlerine bıraktığında boşuna ağlamayın!" şeklinde oldukça ileri görüşlü bir fikirle karşılamıştı örneğin.

Bu kadar abartmasalar da etrafınızdaki daha normal kişiler(!) çocuğunuzu evde bırakıp işe geldiğiniz için ya da zaman zaman seyahate gittiğiniz için inceden inceye duygularınızı sömürmekten kaçınmazlar...
Zaten azaba hazır vicdanınız başlar sızım sızım sızlamaya... Siz yine de tüm bunlarla baş eder iş hayatınıza devam edersiniz.

Eğer boşanmış bir kadınsanız, kesin çekilmez birisinizdir, kocanız bile dayanamamıştır size... İşinizi yaparken bir hatanız olursa da bu durum derhal özel hayatınızdaki medeni durum değişikliğinize bağlanır... O durumun bile faturası yalnızca size kesilir, zaten yalnızca kadınlar özel hayatlarındaki problemleri iş hayatına yansıtırlar!!!

Halbuki sizin eş, anne gibi rollerinizin yanında bir de birey kimliğiniz vardır! O birey de yaşamın tüm alanlarında var olduğu gibi iş hayatında da var olacaktır, anlatmaya çalışırsınız, hiçbir zaman anlamayacaklarına karar verdiğiniz noktada bırakırsınız anlatmayı...

Ve eğer tüm bu engellemelere rağmen başarılı olduysanız, kariyerinizde ilerlemişseniz kesin desteklenmişsinizdir, ya torpillisinizdir ya da dişiliğinizi kullanmışsınızdır! Yoksa sizde nerde o kabiliyet nerde o kapasite!

İstatistiklerle Kadın & Kariyer

2016 yılı verilerine göre Türkiye'de erkek nüfusu 40 milyon 43 bin 650 kişi, kadın nüfus 39 milyon 771 bin 221 kişi. Yani nüfusun %50,2’sini erkekler, %49,8’ini ise kadınlardan oluşuyor. Neredeyse eşit!

İstihdam oranına baktığımızda ise Erkek istihdam oranı %65, kadın istihdam oranı %27,5. Yani yarısından az...

Her yerde çalışan çeşitliliği, pozitif ayrımcılık, en azından (fazlasını istemiyoruz ama) kariyerde fırsat eşitliği  naraları atılırken Türkiye'de son 5 yılda kadın yönetici oranı %31'lerden 11 puan düşerek %20'lere geriledi. Yani 4'te 1 oranında...

Dünya Ekonomi Formu 2016 raporuna göre dünyada kadın ve erkeğin iş hayatında eşit temsili için 117 yıla ihtiyaç varmış. Yani neyse ki durum yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada vahim düzeyde! Sevinsek mi?

Hoş ne fark eder! Yaradılış deyin, dişilik deyin, evlilik ya da annelik deyin, ne derseniz deyin... Herkes bir kadının potansiyelini, birden fazla konu ile en iyi şekilde başa çıkabilme yeteneğini ve isterse neler başarabileceğini en azından kendi annesinden dolayı pek tabi çok iyi bilir!
Ve toplum olarak gelişmek için de hem kadın hem de erkeklerin el birliği ile kadına fırsat eşitliği vermesinin zorunluluğunu...

Sizlere tüm zamanların en büyük lideri Atatürk'ün çok sevdiğim sözüyle veda ederken toplum olarak iyileşmemizi ve gelişmemizi diliyorum.

Bakın ne demiş, seçim sizin...

"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?"
Mustafa Kemal ATATÜRK