27 Aralık 2013 Cuma

Sen benim başıma gelen en güzel şeysin, hoşgeldin hayatıma...

Canım oğlum,

Seni 9 ay boyunca büyük bir heyecanla ve mutlulukla bekledim. Hamileliğim boyunca her anının keyfini çıkarmaya çalıştım, çıkardım da...

Sen geldikten sonra da, ilk günlerin acemiliği, sonraki alışma süreci, 1. Ay, 40'ın derken, 2. Ayımızı da tamamladık... Zaman öyle çabuk geçiyor ki...
Tuhaf, sanki hep hayatımdaydın...
Artık beni tanıyorsun, bana gülüyorsun, birlikte oyunlar oynuyoruz, inanılmaz şekersin...

Bense  hayatıma girdiğin andan beri seninle birlikte her şeyi yeniden öğreniyor gibiyim. Şükretmeyi öğrendim, herşeye... Gelecekle ilgili planlar yapmamayı, yapsam da büyük konuşmamayı, inşallahları, maşallahları...
Anı yaşamayı ve tadını çıkarmayı...
Herşeyi büyütmemeyi, bazı şeyleri zamana bırakmayı ve sabretmenin birçok sorunu çözdüğünü...
Doğal olmanın, sakin olmanın, rahat olmanın değerini ve gerçekten işe yaradığını öğrendim.

Senin sayende çekirdek aile olduk biz. Anne ve baba olduk. Sorumluluk almanın zor ama çok keyifli birşey olduğunu öğrendik. Hatta zor olan birşeyin aynı zamanda dünyanın en güzel şeyi olabildiğini...

Eveet 2 ayı doldurduk, bu bir yandan da seninle kesintisiz birlikteliğimizin de sona ermesi demek... İşte o gün geldi, çattı...
Bugün ilk iş günümdü, işini keyifle, sevgiyle yapan benim için bile, itiraf etmeliyim pek heyecan verici bir gün değildi.  4 ay şıp diye bitivermişti işte. Bir gün önce ne yaptıysam da (yeni kıyafetler almak, kuaföre gitmek, hazırlanmak...) bir türlü motive olamadım. İçimde senden 10-11 saat boyunca ayrı olacağımın hüznü ve vicdan azabı vardı. Bensiz üzülür müydün acaba, beni özler miydin, ihtiyaç duyar mıydın gün içinde bana...

Ama diyorum ya, bazı şeyleri akışına bırakmak gerekiyor diye...

İlk iş günü sabahı saat 5'te evde başlayan mesaim bana birşeylerin yolunda gideceği sinyalini verdi. Sabahın o ilk ışıklarında seninle başbaşa müthiş bir saat geçirdik, gülücüklerinle içimi ısıttın. Seni öpe koklaya yatağına bıraktım ve sonra başladı maraton...
Senin için hazırlık yapmak, bakıcı teyzene notlar yazmak, iş için hazırlanmak derken işyerindeydim artık. 4 aydır görüşmediğim iş arkadaşlarımla özleşmiştik. Arkadaşlarla sohbet, yeni kişilerle tanışma, işe ısınma amacıyla yapılan 1-2 iş, yeni yılın planları ve tabi her saat başı senden haber almak için yapılan telefon görüşmeleri derken gün bitti... Koşar adım arabama binip müthiş bir heyecan ve mutlulukla sana yeniden kavuştum. Sanki günlerdir görüşmüyorduk, yine zaman durdu benim için ve uzun uzun hasret giderdik seninle...

Benim masum bebeğim, canım, herşeyim... Seni öyle çok seviyorum ki...
Senden sonra herşeye yeniden değer biçiyorum sanki...
Ne çok şeyi yanlış biliyormuşum. Hayatta her zaman bir denge olması gerektiğini savunup dururdum hep; çocuğun olduğunda o terazinin bir kefesini tek başına doluyormuş, bilmezmişim. Dünya bir yana çocuğun bir yana oluyormuş, şaka değilmiş. Bir gülüş gerçekten dünyaya bedel olabiliyormuş, tüm yorgunlukları alıyormuş, tam anlamıyla ilaçmış.
Karşılıksız, koşulsuz sevgi diye bir şey kesinlikle varmış...
24 saatini başka hiçbir şey yapmadan çocuğunla oynayarak, ilgilenerek geçirebiliyormuşsun, hiç de sıkılmıyormuşsun, müthiş eğleniyormuşsun... Zamanı durdurmak istiyormuşsun.

Ve bu hiçbirşeye benzemeyen, reçetesi, ezberi olmayan Annelik gerçekten dünyanın en mükemmel duygusuymuş...

Canım oğlum iyi ki geldin hayatıma,hayatımıza, hoşgeldin. Seni çok ama çok seviyorum...

18 Aralık 2013 Çarşamba

Pınar'dan Can'a...

Canım oğlum Can'a bir türlü yazamadığım hoşgeldin yazısını benden önce can dostum Pınar'ım yazdı. Bu sımsıcak yazı için çok teşekkür ederiz. Keyifle okuyunuz...


Can’a,

Uzun zamandır sevgili arkadaşımız, güzel insan :) Ahsen’in yazılarından mahrum kaldık ve yeni yazıyla ilgili bir beklenti oluştu. Yeni yazının, bu mahrumiyetin nedeni olan Cancan ile ilgili olacağını tahmin ettiğimiz için merakımız daha da arttı. Ancak sözkonusu insanın çocuğu olunca kelimeler kifayetsiz kalıyor galiba. Tam da bu sırada ben devreye girip yazarlık konusunda arkadaşımdan rol çalmaya karar verdim. Can’la ilgili yazıyı annesinden önce size ben yazacağım; aksi takdirde daha uzun süre beklemeniz gerekecekti. Malum maması, kakası, gazı, uykusu …

Bu arada ben kim miyim? Ahsen’in bir yazısında bahsettiği kız arkadaşları, can dostlarından sadece biriyim. Bizim, her biri kendine özgü ve numunelik 5 kızdan oluşan bir grubumuz var. Bu grupta sadece 1 çocuğumuz vardı, o da herkesin kıymetlisi Duru :) Sonra birden Ahsen sayesinde uzun zamandır beklenen ikinci çocuk haberini aldık. Bir oğlumuz olacaktı… Çok uzun süre adı ne olacak tartışması yaşandı. Can’dı Ege’ydi derken sonunda Can ismine karar verildi.  Ve hikaye başladı…

Yaz aylarının son günleri Can’ın bizlere kavuşmak yönündeki sabırsız hareketlerinden dolayı erken doğum heyecanıyla geçtikten sonra, doğması gereken tarih yaklaştığında bizim küçük adama bir umarsızlık geldi. Doğardı doğmazdı derken, tam da bayram öncesi aniden hayatımıza giriverdi. Ama ne giriş… Çığlık, kıyamet…. Sonra O’nu gördük, küçücük kıyafetlerinin içinde, bembeyaz, güzel mi güzel minicik bir adam. Bu arada babasının kopyası :)

Ahsen’i, Can kucağındayken ilk gördüğüm anı düşünüyorum da bazı insanlara annelik ne kadar yakışıyor. O küçücük şey kucağındayken, sanki bir ömür hayatındaymış gibi kendinden emin, sevgi ve şefkat dolu bir hali vardı. 1 saat önce sadece Ahsen iken artık anne olmuştu… İnsanı bu kadar kısa sürede bu kadar çabuk değiştirebilen başka bir şey yoktur herhalde. Çektiği fiziksel acıya rağmen o kadar mutlu ve huzurlu görünüyordu ki…

Yukarıda da söylemiştim, insanın çocuğu sözkonusu olunca galiba kelimeler kifayetsiz kalıyor diye. Galiba diyorum çünkü benim sizin anladığınız anlamda bir çocuğum yok. Evlat diye gördüğüm Gizmo isimli bir kedim var. O nedenle Ahsen’in o anki duygularını hissedemeyebilirim. Ancak Can’a sarılırken Ahsen’in yüzünde gördüğüm ifade bana çok şey anlattı. O artık Can’ın annesiydi. Bir şeyi o kadar çok seversiniz ki söylediğiniz her söz az kalacak, duygularınızı ifade edemeyecek diye korkarsınız. Muhtemelen Ahsen’in bir türlü yazamamasının sebebi de bu. Sen sözkonusu olunca Can, söylenecek her söz annen için az kalıyor.…

Senin annen; kardeşleri için bile yıllarca anne gibi davranan, çevresindeki herkesi yaşının üstünde bir olgunlukla çekip çeviren, sımsıcak, sevgi dolu, hayatımda gördüğüm en güzel kalpli insanlardan biri Cancan. Tabii en az onun kadar güzel kalpli ama çaktırmayan babanı da unutmayalım. Hayatın; anneannen, babaannen, dedelerin, çılgın teyzen, süper karizma sakalı adam dayın, amcan, yengen, kuzenlerin ve sonu gelmez akraba topluluğu ile birlikte geçecek. Hepsi seni çok sevip, ömrün boyunca yanında olacak.

Tabii bir de daha sen doğmadan, kendilerine nasıl hitap edeceğin konusunda kavgaya başlayan, annenin can dostu, numunelik bizler varız. Elimizden geldiğince yanında olacağız. Sen bundan memnun mu olacaksın, bıkacak mısın orası meçhul  :) Bu konuda sana yardımcı olabilecek tek kişi; kıdemli çocuğumuz sevgili Duru :)

Hayatımıza hoş geldin küçük adam. Bizleri çok mutlu ettin. Sağlıklı, sevgi dolu, uzun ve mutlu bir ömrün olsun çocuk. Seni çok seviyoruz.

Müstakbel Arkadaşın, hatta babaannen vaatlerini tutarsa halan Pınar…

2 Ekim 2013 Çarşamba

Sosyal Medya ve İmaj Yönetimi

Kişisel imaj ve marka  danışmanı olarak son derece beğendiğim biri geçenlerde "Facebook ve Twittera bikinili fotografını koyan hanımlar, kurumsal bir şirkette çalışıyorsanız bir daha düşünün derim" şeklinde bir tweet attı.

Sosyal medyayı oldukça aktif kullanan ve bundan da son derece keyif alan bir İnsan Kaynakları Profesyoneli olarak bu devirde bu fikre hiç mi hiç katılmadığımı söylemek zorundayım.

Çünkü ne Facebook ne de Twitter çalışma hayatımızı yönettiğimiz bir yer değildir, en azından kurumsal firmada çalışan bir kişi için... Kurumsal imajınızı şekillendirirken faydalanabileceğimiz Linkedin, XING gibi siteler var üstelik, son derece popüler ve profesyonel olan. Kaldı ki bizler yalnızca işimizden ve çalıştığımız şirketlerden ibaret de değiliz, bunun yanısıra bir sosyal yaşantımız da var.

Kimilerince bu sosyal medya işini biraz(!) abarttık, hatta akla zarar bir konuma getirdik.
Kabul, sosyal medya ile takipçilerimize(!) durmadan nerede ve kimlerle olduğumuzu, neler yaptığımızı, ne yeyip içtiğimizi, gittiğimiz yeri beğenip beğenmediğimizi, izlenimlerimizi, tavsiyelerimizi, bilgi ve deneyimlerimizi, katıldığımız katılmadığımız, beğenip beğenmediğimiz düşünceleri, kişileri yazıyoruz, görüşler bildiriyoruz, fotograflıyoruz, paylaşıyoruz.

Hatta öyle bir hal aldık ki paylaşım yapmazsak eksik birşey yaptığımız hissine kapılıyoruz. Takipçi sayısını, fotografını kaç kişinin beğendiğini, ne yorum yaptığını ciddi ciddi kafasına takanlar olduğunu da biliyorum...
Ya da toplumsal konularda sosyal medyada yeterince(?) yorum yapmadığını düşündüğü için çevresini yargılayanlar dahi var. Belki bu kadarı da fazla...

Ama bunun yanında insanların söyleyecek sözü varsa bırakalım en azından bu platformlarda (Facebook, Twitter, Instagram) rahatlıkla söylesinler, yaptıklarını, yeyip içtiklerini, okuduklarını hatta bikinili fotograflarını buralardan paylaşmak istiyorlarlarsa paylaşsınlar. Bu kadarlık özgürlüğü de çok görmemek gerekir diye düşünüyorum.

Sosyal medya, adı üstünde sosyalleşme, paylaşma, dünyayı hızlı bir şekilde takip etme ve bir çeşit zaman geçirme yeri, gerçek hayatınızın sanal bir yansıması...
Bunu bu derece ciddiye alıp, tüm varlık sebebimizi, yaşam amacımızı ortaya koyacağımız, kişisel imajımızı yöneteceğimiz, kitlelere sunacağımız, pazarlayacağımızın derdine düşersek işimiz iş diye düşünüyorum. Hem öyle bir zamanda yaşıyoruz ki samimi ve doğal olmayan herşey kendini apaçık ele veriyor ve son derece de itici görünüyor...

Tabi eğer kurumsal imajınızı güçlendirmek, marka olmak yönünde kendinize bir yol çizdiyseniz bunu öncelikle daha somut, elle tutulur şekilde yapmalısınız. Sonra da elbette sosyal medyanın da gücünü kullanarak bilinirliğinizi arttırabilir, markanızı geliştirebilir, iş ağlarınızı genişletebilirsiniz. Fakat bunun için bile ciddi bir zaman ve emek vermeniz; samimi, dürüst ve orijinal olmanız gerekecektir...


25 Eylül 2013 Çarşamba

Anne adayından annesine...

Anne olunca anlarsın...
Bu güne kadar bu sözü ne çok duydum, anneme her itirazımda... Dünyanın en saçma sözü gibi gelirdi bana.

Anne olmama sayılı günler kaldığı şu günlerde bebeğimle ilgili kurduğum her hayalde bu söz aklıma geliyor.

Annem... Hayatımdaki en büyük şansım.

Bir bakışıyla beni hücrelerime kadar çözümleyen, ne hissettiğimi saniyesinde anlayabilen, gözyaşlarımı yanında en rahat akıttığım, beni her koşulda en iyi anlayan kişi, sırdaşım...
Her anımda yanımda olan, beni benden ve herkesten daha çok düşünen, seven, elimi asla bırakmayacağından emin olduğum en yakın dostum...

O dimdik, güçlü, kararlı duruşunun altındaki kırılganlığı ve hassaslığı yalnızca onu çok iyi tanıyanlar bilir. Öyle naiftir ki aslında...
Ama çocukları söz konusu olunca tüm dünyayı karşısına alır, hiç tereddüt etmeden...

Beceriklidir, tüm sevdiklerini biraraya getiren muhteşem sofralar hazırlar bize ve tüm sevdiklerine...
10 kaplan gücündedir, yorulsa da belli etmez, hiç şikayet etmez, herkese ve herşeye yetişir benim annem...
Tüm başarılarımızda katkısı vardır, akıllıdır... Eğlencelidir, sosyaldir, bakımlıdır. Ne yaparsa mutlaka en iyisini yapar. Kısacası benim idolümdür. O kimselere benzemez, çok özel ve güzel bir insandır...

Sahi Anneciğim, anne olunca anlayabilecek miyim, nasıl böyle olunduğunu? Ben de senin gibi çocuğum için büyük bir şans olabilecek miyim? Ama sen nasılsa yanımdasın değil mi? Bana öğretirsin nasıl böyle mükemmel anne olunduğunu...

19 Eylül 2013 Perşembe

Sen öğrenmezsen hayat öğretecek...

Hepler hiçler içeren büyük sözlerimiz var hayatlarımızda. Aslalar, her zamanlarla başlayan cümlelerimiz... 

Ben şöyleyim, böyleyim, değişemem, ben istersem olur, istemezsem olmaz. Ben, ben, ben...
Küçük tanrıçalar olarak ortalarda gezinip duruyoruz, herşeyin bize bağlı olduğu yanılgısıyla.
Hoş, gün geliyor büyük konuştuğumuz herşey bir bir karşımıza çıkıyor , bizi tepetaklak ediyor. Ediyor da biz anlıyor muyuz orası tam bir muamma?!

Eğer anlamaya, öğrenmeye, değişmeye hazırsak işimiz kolay, hazır değilsek işte o zaman yandık!
Hayat her defasında karşımıza benzer olaylar çıkaracak demektir bu. Biz aynı problemleri farklı farklı şekillerde yaşayıp duracağız, nedenini bir türlü anlamadan...

Sonra başlayacağız yakınmalara: 
Kimse bizi anlamayacak, hep kazık yiyeceğiz, sürekli haksızlığa uğrayacağız, hep bu negatiflikler bizi bulacak, şanssızız işte yapacak bir şey yok!

Bazı insanların da hep nasıl bu kadar şanslı olabildiğini anlayamayacağız.
Biz neden öyleyiz, onlar neden böyle diye hayıflanacağız.

Aslında nedeni basit, nedeni biziz. Kenar ve köşelerimiz, önyargılarımız, dev aynalarımız, korkularımız, bağımlılıklarımız, gözümüzde büyütmelerimiz, takıntılarımız, o büyük büyük konuşmalarımız...

Oysa bilmeliyiz ki; hayatımızda birşey oluyorsa, bize birşey öğretmek için. Olmuyorsa ya o şeyi öğreneceğiz sonra olacak ya da olmaması daha hayırlı...

Ondan sonra o çok istediğimiz işe, aşka, başarıya, paraya ve istediğimiz her neyse o şeye kavuşacağız. O şanslı insanlar kervanına katılacağız.

Aksi halde kendimizi yiyip bitireceğiz, bir ömür...

16 Eylül 2013 Pazartesi

Baby Shower Partimin ardından...

Hamileliğimin başından bu yana arkadaşlarım bir yandan, sevgili kardeşim diğer yandan baby shower planları yapıyorlardı. Şurada mı yapsak burada mı yapsak, şu tarih mi bu tarih mi diye hesap yapıp duruyorlardı.

31. haftada evdeki hesap çarşıya uymayıp pat diye yatay konuma geçmek durumunda kalınca tüm planlar da suya düştü. Çünkü yataktan kalkmak yasak(tı)! Dinleyene... :)

Fakat sevgili oğlum bize bir kıyak yapıp 4 hafta boyunca sakin sakin karnımda büyümeye karar verince (malum kendi kararlarını şimdiden kendisi veriyor) hadi dedim hiçbir şeyden eksik kalmayayım, kendime evde bir baby shower partisi düzenleyeyim. :))

Hemen bir davetli listesi hazırlayarak işe başladım. Bizim kızlar da organizasyonu duyar duymaz hemen birşeyler üstlenmek istediler.

Onların da destekleriyle bir menü oluşturduk. O birbirinden leziz kanepeleri Pınarcım yaptı. Kekimiz Semoş'umun ellerinden, ee o bir anne... Tavuk salatamız Duyguşuma ait,Tolga gerçekten çok şanslı...:)  Tatlımızı ise Yengemiz Feyza yaptı. Yeme içme deyince anne eli değmeden olmaz. O muhteşem tadlar da onların eseri...

                               Kızlar herşey çok harikaydı, ellerinize sağlık. Bugün diyet yasak!!




                                        
Diğer tüm detayların organizasyonu ile ben ilgilenmek istedim. Madem kalkamıyorum yatarak yapılacak süslemeler de bana ait. Ne keyifliymiş... Tabi yardımcılarım sevgili kardeşim Aslı ve  kocacım Burak sağolsunlar hem çok sabırlı hem de çok zevkliydiler. :))


            Parti için seçtiğim Pasta, Pasta Bahçesine sipariş verildi.  Tam istediğim gibi yapmışlar...
                                       
                                       

                  Kurabiyelerimizi Şule Dalyan yaptı. Kurabiyeler hem çok şirin hem de lezzetliydiler. :)



Bebek sabunlarımı MissRA yaptı. Miss gibi tatlı mı tatlı sabunlar...Bu miniklere kızlar da bayıldılar...






Parti oyunlarımızı bizzat ellerimle hazırladım. Annenin göbek ölçüsü, anneyi kim daha iyi tanıyor/hamilelik süresince kim onu daha iyi dinlemiş sorularına cevap bulduk. :)))
Bebeğimin yiyeceği mamaları tek tek test edip, içinde ne var oyunları oynadık, tek tek tavsiyeler aldım.:) Bizim beğenmediğimizi bebeğimiz de yemesin...
Sonrasında oğlumuzun bir türlü karar veremediğimiz adı hakkında anket bile yaptık. Ege mi Can mı? Merak edenlere: sonuç Can çıkmış olmasına rağmen biz hala kararsızız. :)
İtiraf edeyim oyunlarda performanslar süperdi. :))



Kızlar bebeğimi birbirinden güzel ve orjinal hediye yağmuruna tuttular. Çok teşekkür ederizz :))



                                                

Kızlar iyi ki geldiniz, iyi ki varsınız.


Sevgili Oğlum,
Acemi Anne ve Baban,




Anneannen,




 Çılgın Teyzen, 


 Ve tüm ailen

Seni merakla bekliyoruz...

9 Eylül 2013 Pazartesi

Durucuğum'a...

Kızlar grubumuzun en miniği, biriciği, ilk göz ağrısı.

Bugün birinci sınıfa başladın, oysa ilk doğduğun zamanı çok iyi hatırlıyorum. O dönemde annenle yeni tanışıyorduk, sen de cin gibi gözlerle etrafı seyreden bir bebektin...
Zaman ne çabuk geçiyor...

Bu sabah hepimizi duygulandırdın, birlikte çekildiğimiz küçüklük resimlerine baktık birlikte. Sen de, biz de ne çok değişmişiz.

Az kahrımızı çekmedin bizim, tabii bizim de senin üzerinde emeğimiz çok, kabul et! Barlarda restaurantlarda sandalyeleri birleştirip, şalları battaniye yapıp az uyutmadık seni. Sayemizde Adana'da bilmediğin mekan kalmadı.:))
Evdeki şarap partilerinde şarap bardağındaki vişne suyunla bizlere eşlik ettin. Bizle kuaföre geldiğinde o çok kıymetli sıramızı sana verip büyük fedakarlık yaptığımız günleri nasıl unutabilirsin?
Evet sensiz aktivitelerimiz de oldu ama onlar sadece baba-kız kaynaşmalarınız için yapılan organizasyonlardı. Her seferinde başarıya ulaşamasa da... :))

Neyse konumuza dönelim.
Durucuğum, sana okulla ilgili vereceğim birkaç iyi birkaç da kötü haberim var:

Öncelikle en yakın arkadaşların olan bizlerden başka bir dolu arkadaşın daha olacak. Onlarla dost olacaksın, sırlarını paylaşacaksın, bazen kavga edeceksin, sonra affedeceksin, seni üzenler de olacak, çok mutlu edenler de...
İlk aşkların Burak ve Ejder'den sonra :)) gerçek aşkı tadacaksın. (Sema, bu kısmı Hasan okumasın!)
Gezeceksin, eğleneceksin, güzel günler seni bekliyor.

Okul denen süreç resmi olarak bugün başladı ama bir ömür boyu sürecek, uyarmadı deme! Bu süreçte yeni şeyler öğreneceksin, ufkun genişleyecek, dünyan renklenecek... Evet itiraf etmek gerekirse bazen sıkılacaksın, oflayıp pufladığın zamanlar da olacak ama başarının tadını aldığın zaman tüm bunlara değermiş diyeceksin. Biliyorum, hatta eminin çok başarılı olacaksın.

Belki bundan sonra bizi arkadaşlık mertebesinden "annemin arkadaşları" mertebesine geçirirsin. Bizi dışlarsın, hakkındır.:)
Ama bizi ihmal etme! Kızlar grubumuzun en genç üyesi olarak ve sorumlulukların olduğunu unutma. Bizi güncel tut, demode olduğumuzda gerikafalılık yaptığımızda bizi uyar. Sakın bizi beğenmemezlik yapma, çünkü senden beklentimiz büyük.

Seni çok seviyoruz.
En yakın arkadaşların (şimdilik)


6 Eylül 2013 Cuma

Modern Hayatlar ve Sendromları

Hayatlarımız her konuda başarılı olma, mükemmelliği yakalama üzerine kurulu.

Herbirimizin üzerinde öyle bitmez tükenmez baskılar var ki, sürekli bir sonraki adıma doğru koşuyoruz ya da koşturuluyoruz, şuursuzca...

Buna bizi zorlayan bazen toplum, çevremiz oluyor, bazen de bu mecburiyetleri bizzat kendimiz yaratıyoruz. Ahh o onaylanma beğenilme duygusu yok mu?!!

Kendimize durmadan yeni roller biçiyoruz, yeni hedefler koyuyoruz.
Birinin çocuğu, birinin kardeşi, birinin arkadaşı, karısı, iş arkadaşı, aktivite arkadaşı, annesi/babası, müdürü/patronu, rol modeli vs. vs...
Saydığım tüm bu rollerde başarılı ve kusursuz olma çabamız var.

Sonra gelsin sendromlar...
Pazartesi sendromu, tatil sonrası sendromu, süper anne sendromu, 30/40 yaş sendromu, tükenmişlik sendromu ve birçokları...

Pazar gününden Pazartesi sendromumuz başlıyor. Pazartesi'ne asık suratlarla ya da en iyi ihtimalle ciddi ifadelerle başlıyoruz. Amacımız: para kazanmak, üretmek. Ne kadar üretebilirsek...

30/40 yaşına kadar şunu yapmış olmalıyım, bu pozisyonda olmalıyım diye kendimizi yiyip bitiriyoruz. Olamazsak bunalımlara giriyoruz.

Anne olmak istiyoruz. Anne olunca da hem iş, hem aile, hem annelik görevlerini dört dörtlük yerine getirme psikolojisiyle omzumuzda bir vicdan azabı ile yaşar hale geliyoruz. İşteyken evi, evdeyken işi düşünüyor, hiçbirinde kendimizi yeterli hissedemez hale geliyoruz.
Eğlenirken, arkadaşlarıyla vakit geçirirken çocuğuna karşı sorumluluklarını aksattığını düşünüp o anı kendine zehir eden arkadaşlarım bile var.( Allah'ım beni bu takıntılı düşüncelerden koru :) )

Kariyerli, sosyal, bakımlı, becerikli, mükemmel anne/eş olmak istiyoruz. Kim istemez...
Ama sonuç?? Karşınızda nur topu gibi bir tükenmişlik sendromu...
Herşeye ve herkese yetişmeye çalışan, hayır diyemeyen, tüm bunları (normal olarak) yerine getiremeyen kişi kendini bitmiş tükenmiş hissediyor. Kimsenin onu anlamadığını takdir etmediğini düşünür hale geliyor ve sonsuz bir yalnızlık hissi içine giriyor.

Peki hayatta mükemmel insan olma gibi bir ihtimal var mı?
Elbette hedeflerimiz, ideallerimiz, bir rotamız olsun ama asıl amacımız mutlu ve huzurlu olmak değil mi?
Peki neden bu bitmez tükenmez hırs? 

Halbuki üretiyoruz, ailelerimizle,eşimizle dostumuzla paha biçilmez zamanlar geçiriyor, sosyalleşiyoruz.

Hadi biraz farklı birşey yapalım, bir nefes alalım. Farkındalığımızı arttırıp her anımızın tadını çıkaralım, kaygılarımızı bir kenara bırakalım, hayatlarımızı kutsayalım.

3 Eylül 2013 Salı

Kız arkadaşlarım can dostlarıma...

Çocukluktan çok çok küçüklükten ya da gayet büyüdüğümü düşündüğüm dönemlerden beri hayatımdalar.
Hayatıma farklı farklı zamanlarda girme nedenleri farklı bir dolu anı biriktirmek için, hepsi birbirinden özel olan...

Yazılı olmayan kurallarımız vardır bizim. İyi günlerimize,kötü günlerimize ya da çok normal günlerimize müthiş anlamlar kattığımız anlarımız...
Kahkahalarımız, gezmelerimiz tozmalarımız, yemelerimiz içmelerimiz, ömrümüzü uzatan dedikodularımız, kehanetlerimiz, fallara kalmış umutlarımız, bitmek bilmeyen planlarımız projelerimiz vardır. Birimize yamuk yapanın vay haline, o kişi sonsuza dek kara listenin en başında yerini alır.
Birlikte aldığımız kararlarımız, büyük sözlerimiz, o sözlerden U dönüşleriyle dönüşlerimiz vardır.

Birlikte değişiyoruz büyüyoruz, yaşımız kaç olursa olsun... 
Hayallerimizi, aşklarımızı, başarılarımızı, başarısızlıklarımızı, duvara toslamalarımızı sonra yeniden ayağa kalkışlarımızı hep birlikte yaşarız biz. 

Bizde yoktur öyle kabuğuna çekilmek falan... Birbirimizi gaza getirmeyi de, kimsenin söylemeye cesaret edemediklerini söylemeyi de hak görürüz kendimize. 

Yerine göre dünyayı da kurtarırız, geyiğin dibine de vururuz... :))

Herbirimizin kendi etraflarımızda dönen küçük dünyalarımız olsa da, biliriz ki kötü anlarımızda bir telefon kadar yakınızdır birbirimize, ne kadar uzak olursak olalım. Tabiii iyi anlarımızı kutlamaya da bir o kadar hevesliyizdir...

Kız arkadaşlarım can dostlarım, onlar benim şanslarım kıymetlilerimdir. Beni ben yapanlardır ve iyiki hayatımda olanlardır...


2 Eylül 2013 Pazartesi

Karakterin kaderin...

Bugün ev istirahatimin 14. günü.
Dinlenmek, hiç kalkmadan yatmak, kitap okumak, tv seyretmek, internetten alışveriş yapmak, sürekli sosyal medyada takılmak,yayılmak, stressiz ortam o kadar uzak kavramlardı ki benim için....
Ama şimdi günler günleri kovalıyor anlamıyorum bile. Laf aramızda buna feci halde ihtiyacım varmış.
Çalışırken yorgunluktan öldüğüm günler olurdu, o günlerde dahi "Ahsen, dayan, bugün yapman gereken acil bir sürü iş var, sen yapmazsan kim yapacak hemen hazırlan, doğru işe!" diye bir gayret kalkardım. İşten çıkışta koşturmam devam ederdi, evle ilgili sorumluluklar, arkadaşlar, yürüyüş, yoga    yapılacaklar devam ederdi...

2 hafta önce doktorum "Ahsen  bu işin şakası yok, bundan sonra yataktan kalkmadan dinleneceksin, bebeğin her an gelebilir ve daha çok erken" deyip beni önce hastaneye yatırıp sonra da doğum iznimi başlattığında plan delisi olan ben "Eyvah! Birşeyler kontrolüm dışına çıkıyor" diye fena halde panik olmuştum.

Ama insan o kadar enteresan bir mekanizma ki herşeye anında adapte olabiliyor. Hatta şimdi "yapılacak ne çok iş varmış,nasıl yetişecek!" demeye başladım. Okunacaklar, araştırılacaklar, alınacaklar, yıkanacaklar, odası, perdesi, şekeri, kurabiyesi, albümü... Hergün yeni eksikler çıkıyor, ajanda tutmak zorunda kalıyorum...

Tabi bir yandan da işyerini pat diye bırakmak zorunda kaldığım için oraya her gün hatrı sayılır bir zaman ayırmak zorunda kalıyorum. Eee boşuna plan delisi olmadım ben!

Uzun lafın kısası insan hiçbir zaman tarzından ödün vermiyor, o artık senin karakterin oluyor. Mükemmelliyetçiysen mükemmelliyetçisin, üreticiysen üreticisin!

Her koşulda...

29 Ağustos 2013 Perşembe

Bebeğime...

14 Şubat'ta en güzel sevgililer günü hediyesiydin bizim için...
Seninle o gün tanıştık, minik bir pirinç tanesiydin o zaman, 0.2 mm. :))

Sonrasında başladı heyecanlarımız:

İlk 3 ay çok önemli, seni çok iyi korumam gerekiyordu, bir yere uzanma, zıplama, sakın düşme!!
Hı bir de ilk 3 ay kimseye söyleme, nazar değmesin... Tabi kime söylüyorsun (!)  2. Ayda hemen hemen tüm aile, yakın arkadaşlar ve sonra hayatımdaki herkes senden haberdar oldular...
Teyzen ve anneannen 2 gün sevinçten ağladılar, duygusal bir ailen var, şimdiden uyarıyorum seni...

3 aydan sonra bir fasulye tanesi büyüklüğüne ulaştın, 7.8 cm. :)) Seni ultrasoundda izlediğimizde dans ediyordun, cinsiyetini merak etmeye başladık. Ama biliyor musun ben biliyordum ilk andan itibaren.

14. Haftada (20 Nisan 2013'te) cinsiyetini öğrendik, dedim ya erkek oldugunu biliyordum zaten. Hayallerimiz daha belirginleşti artık. Baban beni daha çok seveceğini düşünüp kara kara düşünmeye başladı. :)) Tabi Galatasaraylı bir oğlu olacağı ve seninle maçlara gideceği günlerin hayallerini kurmaya başladı bile...

4.ayda yogaya başladık, birlikte güzel ve huzurlu zamanlar geçirdik, nefesler aldık. Sana mesajlar gönderdim durmadan bebeğim, herseyi anlattık sana, acaba duydun mu, anladın mı bizi?

19 Mayıs'ta hareketlerini hissetmeye başladım bebeğim, bu bir mucize... Tatlı birşey yediğim an kıpır kıpır harekete başlıyordun, sen de annen gibi dondurmacı mı olacaksın yoksa?! Sana güzel müzikler dinletiyoruz.

Çok tatlı bir bebeksin, beni hiç üzmedin. Seninle yoğun bir şekilde çalıştık, seyahatlere gittik, ilk tatilimizi yaptık,gezdik tozduk... Bana hiç zorluk çıkarmadın...

31. Haftada herşey son derece yolundayken rutin kontrolümüze gitmiştik, bir öğrendik ki acele ediyormuşsun bebeğim.Gelmek ve bize kavuşmak istiyormuşsun bir an önce... 2 kilonun üstüne çıkmışsın, artık büyüdün. Biz de sana kavuşmak istiyoruz ama hala biraz daha büyümen gerekiyor. Benimleyken çok güvendesin bana güven, acele etme tamam mı?

Seni çok seviyorum,